10 Eylül 2018 Pazartesi

Anne Frank'in Hatıra Defteri

Eylül 2015'te yaptığım Hollanda seyahati için yazdığım yazıda şöyle demişim:

"Jordaan bölgesinin ilk başladığı kısım aslında epey turistik bu arada. Çünkü meşhur Anne Frank Huis burada. "Geliyorum." dediğim günden itibaren benimle Anne Frank'in 2.Dünya Savaşı'nda saklandığı ve şimdi müze olarak kullanılan bu evi gezmenin hayallerini kuran Çise'nin hevesi ne yazık ki kursağında kaldı; hem internetten yapılan bilet satışından bir şey çıkaramadık (biletler aylar öncesinden tükeniyormuş meğer) hem de evin önündeki upuzun kuyrukta zaman harcamak istemedik. "Bir dahaki sefere organize olmak üzere" dedik, hem Anne Frank'in günlüğünü okumayı da yetiştirebiliriz böylelikle ;) İşte bizimki de böyle bir hayat, bunlarla mutlu oluyoruz; müze gez, kitap oku, şirin kafelerde kahve içerek hayatı anlamlandır falan. Napıcan? :)"


Bu "Bir dahaki sefere organize olmak üzere" niyetinin üstünden iki buçuk yıl geçtikten sonra, Mart 2018'de, Sevcan'la beraber Çise'yi görmek için Hollanda'ya gittik. Böylelikle hem Anne Frank'in Hatıra Defteri'ni konuşmak hem de Anne Frank'in evini gezmek üzere Bize Özel Kitap Kulübü'nü bu sefer Amsterdam'da toplamış olduk. 


Anne Frank'in Hatıra Defteri, konusunu özetlememe gerek olmayacak kadar bilindik bir kitap aslında. Özünde bakıldığında bir genç kızın günlüğü olan bu kitabın bu kadar kült ve kıymetli olmasının nedenini vurgulamak istersem diyebilirim ki;
  • günlük tutulan zaman dilimi: İkinci Dünya Savaşı dönemi, 
  • mekan: olabilecekler öngörülüp Almanya'dan kaçmak suretiyle gelinen Hollanda ve
  • Anne Frank: Yahudi asıllı bir ailenin kızı. 
Haliyle, öznel fakat yaşananlara birebir tanık olan ve hatta işin sonunda ne yazık ki kurban olan gerçek bir anlatımla karşı karşıyayız.



Dediğim gibi kitaba bir genç kızın günlüğü olarak başlıyorsunuz. Bir süre sonra dış dünyada olan bitenler, dozu artan ırkçılık hareketleri, Yahudilere getirilen ayrım ve kısıtlamalar Anne Frank'i burnunu kendi dünyasından bir miktar dışarı çıkarmak durumunda bırakıyor. Derken Anne Frank'in "Gizli Oda", "Arka Ev" gibi isimlerle ifade ettiği (isim yayınevine ve çeviriye göre farklılık gösteriyor) yere, babasının ofisinin bulunduğu binadaki gizli kısma taşınıyorlar.

Frank ailesi, Yahudi olmayan dostlarının maddi manevi yardımıyla, bu hapis hayatını yanlarına başka mağdur kişileri de alarak yaklaşık iki yıl boyunca sürdürüyorlar. Anne Frank'in bu süre boyunca hem kendine, hem bu hapis hayatına hem de dışarıda olup bitenlere ilişkin duyguları, düşünceleri, hayalleri, umutları, endişeleri, korkuları üzerine çok şey okuyorsunuz kitapta. 

İnsanın içi daralmadan okunabilecek bir kitap olmadığı kesin.




Anne Frank'in hem "büyüyor" olmanın etkisiyle hem de dış dünyadaki gelişmelerin yansımalarıyla zaman içerisinde gösterdiği içsel gelişim, oldukça net şekilde kitapta görülüyor. Bunun yanında, içinde bulunduğu güç koşullara rağmen "kendisi kadar şanslı" olmadıklarını düşündüğü Yahudilere yönelik empatisi ve umudunu korumak adına sergilediği çaba Anne Frank'in en çok etkilendiğimiz ve saygı duyduğumuz yönü oldu. 

Bir de Anne Frank Huis'de iki yıllarını ses çıkarmadan geçirdikleri küçücük odaları, Peter ile penceresindeki aralıktan bakarak biraz umut ve enerji bulmaya çalıştıkları çatı katını kendi gözümüzle görünce kitapta anlatılan her şey bizim için çok daha vurucu oldu. Bu etkiyi fotoğraflarla size de aktarabilmek isterdim fakat evin içinde fotoğraf çekilmesine izin verilmiyor. Yazıda kullandığım ilk fotoğrafı binanın dışında, diğer ikisini de evi gezmeden önce alınabilen rehberli anlatımın yapıldığı odada çektim.

Yazıyı kitaptan bir alıntıyla bitirmeden önce son söz olarak diyebilirim ki; Bize Özel Kitap Kulübü olarak Anne Frank'in Hatıra Defteri'nin mutlaka okumanız gereken bir kitap olduğunu düşünüyor, bizim kadar abartıp kitap-mekan eşleşmesine girişmeseniz bile yolunuz düşerse Anne Frank Huis'i de ziyaret etmenizi tavsiye ediyoruz :)


"... Ama bu bir şaka değil, bu yüzden de oldukça dramatik. Akşamları hep gözümün önüne ağlayan çocuklarıyla sıra olmuş iyi, masum insanlar geliyor; birkaç herifin yönetmesiyle, dayaktan ve işkenceden neredeyse yerlerde sürünerek, sürekli yürümek zorundalar. Kimseye ayrıcalık tanımıyorlar, yaşlılar, çocuklar, bebekler, hamile kadınlar, hastalar... hepsi, hepsi o trenle ölüme gidiyorlar.

Biz burada ne kadar iyi durumdayız, ne kadar sakin ve huzurluyuz. Yaşanan tüm bu sefaleti, eğer aralarında kendileri için korktuğumuz, yardım bile edemediğimiz, bizim için çok değerli olan kimseler olmasaydı umursamayabilirdik. Çok sevdiğim arkadaşlarım dışarıda herhangi bir yerde bir kenara atılmış veya perişan olmuş haldelerken sıcak bir yatakta yatmakta olduğum için kendimi çok kötü hissediyorum.
...
Ne yaparsam yapayım, diğerlerini, gidenleri düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir şeye güldüğüm zaman ürkerek hemen kesiyorum gülmeyi, neşeli olmanın utanç verici olduğunu düşünüyorum. Peki ama bütün gün ağlamalı mıyım? Hayır, bunu yapamam, bu iç sıkıntısı mutlaka bir gün geçecektir." (s.76-77)

6 Eylül 2017 Çarşamba

Robinson Crusoe - Daniel Defoe

2014'te yaptığımız "Çocukluğumuzun Kitapları" serisine bir ekleme olsun diye okuduk Robinson Crusoe'yu. Çocukken okuduğumuz kısaltılmış versiyondaki heyecan ve keyif yetmemiş olmalı ki, daha fazlasının taahhüdünü arar gibi gittik en kapsamlı ve derli toplu edisyonu araştırdık, bulduk, aldık.

Gerçekten de Yapı Kredi Yayınları'nın (YKY) Robinson Crusoe baskısı bizi bu konuda yanıltmadı. Yalnız Robinson Crusoe'nun orijinal macerası iki kitaptan oluşuyormuş ve bu iki kitabın YKY'de tek cilt halinde olması nedeniyle kitap biraz kalın. Hatta yazarın Robinson'un ağzından Tanrı, din, felsefe gibi konularda görüşlerini anlattığı üçüncü bir kitap daha varmış ama o Türkçe'ye çevrilmemiş.

Açıkçası biz ilk kitabı okuduk ve bize yetti, ikinci kitaba geçmedik, büyük ihtimalle de hiç geçmeyiz :) İlk kitap Robinson Crusoe'nun hepimizin bildiği adaya düşme, adada barınma ve adadan kurtulma macerasını anlatıyor zaten. İkinci kitap adadan kurtulduktan sonrasıymış. Sonrasıyla pek ilgilenmedik desem yalan olmaz. Çünkü kitabın bütününde, biraz önce bahsettiğim çocukluk okumamızda duyduğumuz heyecandan daha ötesi yokmuş, aslında hepsi oymuş.


Kitaptaki anlatım Robinson'un dilinden ve günce şeklinde. Öyle ki bazı yerlerde günlerce "Bugün yine aynı işlerle uğraştım.", "Bugün yine aynı işlerle uğraştım.", "Bugün yine aynı işlerle uğraştım." şeklinde aynı cümlenin defalarca not düşüldüğüne tanık olabiliyorsunuz. Sonra sevgili Robinson yazacak mürekkebinin çok azaldığı (Neden acaba? On bin kere "Bugün yine aynı işlerle uğraştım." yazdığın için olabilir mi?!) gerekçesiyle günleri ayları atlayarak yazıyor, hatta bir yerde bir bakıyorsunuz aradan yıllar geçiyor :)

Genel olarak Robinson'un yeme ve barınma derdine, günlük yaşamına, kendine adada kurduğu hayatın maddi detaylarına (hasatta kaç kilo buğday kaldırdığı gibi sorunsallar örneğin) odaklı bir akış görüyoruz. Arada bir, tek başına kalmış her insandan beklenebileceği üzere, Tanrı'ya ve dine yönelik duygu ve düşünce sellerine kapılıyor. Neden başına bunların geldiğine dair sorgu ve isyanlarının yanında kendi de farkında ki aslında oldukça şanslı bir kul kendisi, zira özellikle yeme ve barınma konularında neredeyse her durumda dört ayak üstüne düşüyor.

Dört ayak üstüne düştüğü bir diğer konu da kitabın ikinci karakteri, hatta belki de nâmı Robinson'dan bile öteye geçmiş olan Cuma. Nasıl birbirlerini buldukları ve sonrasında birlikte kurdukları dünya kitapta mevcut olmakla beraber, Robinson ve Cuma'nın dostluğuna ve yoldaşlığına ilişkin olarak beklediğim kadar derinlik ve incelik bulamadığımı belirtmek durumundayım.

Kitabın, "çocuk klasikleri" kategorisinde kendine yer edinmiş bir kitap için bir miktar yüzeysel kaldığını düşünüyoruz. Elbette yetişkin olduğumuzun farkındayız (bazılarımız inkar etse de!) :) Ama yazının başında da belirttiğim gibi, çocukluk belleğimizde iz bırakmış bir kitabın kısaltılmış versiyonu bu etkiyi yaptıysa orijinalinde daha fazlası, daha güzeli vardır diye beklentiye girdiğimiz için hayalkırıklığına uğradık biraz. Bunun yanında kitabın 1700lü yıllarda yazılmış olduğu gerçeğini de göz ardı etmememiz gerektiğinin farkındayız ve saygıda kusur etmek niyetinde değiliz. Sadece "Üzdün be Robinson" demek istiyoruz :)

Fakat siz yine de çocuklarınıza, yeğenlerinize okutmamazlık etmeyin Robinson'un macerasını, hayal güçlerine katkısı kesinlikle olacaktır. Ama siz kendiniz çok da şey yapmayın, çocukken okuduğunuz size yeter :)

8 Temmuz 2017 Cumartesi

Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley

Fiziken bir araya gelmeyi evlere şenlik şekilde yine başaramayan Bize Özel Kitap Kulübü üyeleri olarak yine birikmiş birtakım okumalar ile karşınızdayız. İşler planladığımız gibi gitseydi, yani aslında yaptığımız plana ben elimde olmayan sebeplerle balta vurmasaydım, şu an Moda Çay Bahçesi'nde bir yaz kahvaltısı ile taçlandırılmış muhteşem bir buluşmanın notlarını aktarıyor olacaktım. Sağlık olsun diyelim, nihayetinde gönüllerimiz bir... Ve bir dahakine mutlaka! :)

Okuyacağımız kitaplara karar verme yöntemlerimizden en çok kullandığımız şu ki; birimizin merakını uyandıran bir kitabı diğerlerimiz de cazip bulursa o kitabı birlikte okuyoruz ve bu bizi çoğunlukla farklı türlerde kitaplara götürüyor. Bu sefer de bir distopya okumuş olduk bu sayede: Aldous Huxley'in 1932'de yazdığı, bu türün akla ilk gelen eserlerinden, kendisini aynı yolda takip edenlere ilham kaynağı olan Cesur Yeni Dünya.

1932'de yazılmış bir kitaptan bahsettiğimizi bir kez daha vurgulayarak giriş yapmak istiyorum ayrıntılara. "Ford'dan sonra 632 yılı"ndayız (Henry Ford'un yaşadığı dönemden 632 yıl sonrasında, yani 26. yüzyıldayız), lokasyon olarak ise Londra'dayız. Haliyle bilim kurgu diyebileceğimiz bir tasvirle aktarılan bir ortamdayız. İnsanların "şartlandırma" denilen bir sistemle laboratuvarda belli bir sınıfın özelliklerine sahip olacak şekilde üretildiği; aile, sanat, ahlak gibi kavramların sapıklık olarak lanse edildiği; sürekli tüketimin ve popüler kültürün yüceltildiği bir dünyadayız. Sürprizbozan vermemek için burada anlatmayacağım birtakım sebeplerle bu dünyanın dışında kalmış bir "vahşi" sonradan bu dünyaya dahil olur; her şey başlangıçta her iki taraf için çok caziptir fakat bir yerden sonra işler değişir. Hem de nasıl değişir.

1932 yılında yazılmış bir romanın böylesi bir öngörüye sahip olması gerçekten hayret ve heyecan verici. Benzer bir yorumu George Orwell'in 1984'ü için de yapmak mümkün, zaten bloglara ve kitap yorumlarına baktığınızda ikisini de okumuş olanların karşılaştırma yapmaktan kendilerini alamadıklarını görebilirsiniz. Aralarındaki en temel fark, kehanette bulunulan kötü ütopik dünyanın nasıl oluştuğu/elde edildiği. 1984 kontroller, baskılar ve yasaklar üzerinden kurulan bir dünyayı resmederken; Cesur Yeni Dünya şartlandırma, popülarizme teşvik, tüketim serbestisi, uyuşturma vb ile avuçta tutulan bir toplumu tasvirlemektedir. Fakat acı olan şudur ki her iki eserin kehanetleri belli oranda ve çerçevede bugünümüze dahildir.

Bize Özel Kitap Kulübü olarak biz Cesur Yeni Dünya'yı çok sevdik; kitaba ortak puanımız 9.25. Bu kitapla ilgili tek eleştirimiz; eldeki malzeme ile çok daha dallı budaklı ve zengin bir kurgunun rahatlıkla oluşturulabileceği yönünde. Ama tabi bu eleştiri için 85 yıl kadar geç kalmış olabiliriz :) Distopya okumayı düşünüyorsanız bu kitap, George Orwell'in 1984'ü ile birlikte kesin tavsiyemizdir.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar

Bize Özel Kitap Kulübü, Türk Edebiyatı'nın ağır toplarından birini daha meclisinde misafir etmekten onur duyar: Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ironik romanı Saatleri Ayarlama Enstitüsü (biraz ite kaka da olsa) okunur, değerlendirmesi için buluşulur.


Ahmet Hamdi Tanpınar, onuruna edebiyat festivalleri ve sempozyumlar düzenlenen (mesela bakınız: İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali - ITEF), Türk Edebiyatı'nda yeri ve etkisi hala oldukça fazla hissedilen bir yazarımız. Say derseniz Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden ayrı olarak Huzur ve Beş Şehir eserleri gelir hemen aklıma. Bir de tabi Mahur Beste var, unutanı Allah taş eder :) Huzur'u ortaokuldayken okumuştum sanırım, neyin kafasını yaşıyordum bilmiyorum ama Tanpınar'ın eski kelimelerden mütevellit ve haliyle ağır diline, buna ek olarak Mümtaz ile Nuran'ın kangren eden aşkına direnip ısrarla bitirdiğimi hatırlıyorum. Şimdi okusam farklı düşünür müyüm bilmiyorum ama o yaşta okunacak kitap değildi elbet.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü de üniversitedeyken okumuştum, üzerinden tam on yıl geçmiş durumda. Bu sebeple bu kitabı seçtiğimiz zaman heyecanlanmıştım tekrar okuduğumda aynı izlenimi elde edebilecek miyim diye. Çünkü artık ümit ettiğim üzere biliyorsunuz ki ben bir kitabı kolay kolay iki kere okumam ;)

On yıl önce okuduğumda çok eğlendiğimi ve Tanpınar'ın oluşturduğu mizansenlerin ardındaki kara komediyi beğendiğimi hatırlıyorum. Eğlenmem ve beğenim bu sefer o denli olmadı ne yazık ki. Üstelik okurken de tüm kulüp üyeleri olarak zorlandık, o yüzden en başta da ite kaka demekten çekinmedim; çünkü ben hızlı başladım ama ortayı geçince tıkandım, Sevcan baş kısımda tıkandı sonradan açıldı, Çise ise genel itibariyle bu kitapla epey cebelleşti. O kadar ki "Çise'nin bitiremediği kitap olarak yaz tamam mı" dedi, ben de yazdım gitti ;)

Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlileri affettiren daima öbür hadiselerdir. (s.62)

Bu denli debelenmemizin iki ana unsuru var sanıyorum, buluştuğumuzda tüm konuştuklarımızı özetlemem gerekirse: Birincisi dil unsuru, ikincisi de mizansen ve karakter çokluğu, hatta bazı bazı gereksizliği.

Tanpınar'ın yaşadığı dönem itibariyle kullandığı dil ve özellikle kelimeler, modern dönem okuruna yabancı ve yorucu geliyor. Bu durum kitapta oldukça baskın ve genel itibariyle yayınevi tarafından dokunulmamış durumda. Aslında tam tersi olarak editoryal bir müdahale ile karşılaştığımız zamanlarda da orijinalliği bozulmuş diye carlamasını biliriz elbet ama bu kitapta bizi biraz rahatlatsalar da Türk Dil Kurumu uygulaması ile aşk yaşamak zorunda kalmasaydık iyi olabilirmiş sanki :)

Kitaptaki mizansen ve karakter çokluğu da, kitabın bütünü itibariyle verilmek istenen hiciv duygusunu destekler nitelikte detaylar taşıdığı için elbette anlaşılabilir; lakin ki yorulduk, vallahi yorulduk, niye anlamıyorsunuz? :) Öyle ki kitabı bitirmemizle buluşmamız arasında çok zaman geçmemiş olmasına rağmen konusu geçen bazı yan karakterlerin isimlerini hatırlamakta zorlandık.

Kafamdan ancak gölgesi geçen bir düşüncenin iki dakika sonra böyle cezasını çekeceğimi nereden bilebilirdim? Biz fakirler böyleyizdir. Kader sarayında bizim işlere bakan büro hiç şaşmaz, ihmal etmez. Zihnimizden geçen en uzak, en masum ihtimallerin, sadece şiddet ile ret için düşündüğümüz şeylerin bile ceremesini öderiz. (s.199)

Bunun yanında, kitaba konu abesliklerin baş kahramanı Hayri İrdal'ın anlattığı hem kendine hem çevresindekilere ait sefillikler, tutarsızlıklar, bocalamalar, ikiyüzlülükler ve çıkarcı davranışlar ayrı bir daralma nedeniydi ama Tanpınar'ın zaten tam olarak yansıtmaya çalıştığı şeyin bu olduğu göz önüne alınırsa karakteri sevmememiz kitaba ve yazara yönelik değerlendirmemize yansımamalı diye düşünüyorum ;)

Genel itibariyle bizi yormakla birlikte Sevcan'ın beğendiği, benim on yıl öncesine göre daha az beğendiğim için azıcık hayalkırıklığı yaşadığım, Çise'nin ise çok da yorum "şey ettirmek" istemediği bir kitap oldu Saatleri Ayarlama Enstitüsü :) Ama yine de nitelikli kitaplar okumak isteyen ve özellikle Türk Edebiyatı'nı seven okurlara tercihen kafalarının müsait olduğu bir zamanda ama mutlaka bir Tanpınar eseri okumalarını tavsiye ediyoruz :)

Felaket senelerimde beni o kadar sıkıntım içinde rahatsız etmemek dirayetini gösterenler şimdi bana hısım akraba sevgisi ve dostluk gibi yüksek insani meziyetlerin bende de bol bol mevcut olduğunu ispat edebilmem için lazım gelen fırsatı vermekte birbirleriyle adeta göz açtırmayacak şekilde yarışa girmişlerdi. (s.331)

4 Mayıs 2016 Çarşamba

Tehlikeli Oyunlar - Oğuz Atay

Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor. "Kelimeler, albayım, hangi anlama geliyor?"

Her biri kendi koşturmacasındaki Bize Özel Kitap Kulübü üyeleri, yazdan bu yana fiziksel olarak bir araya gelemeyince, çözümü Çise'nin Türkiye'ye gelişlerinde tek seferde birden çok kitabı değerlendirmekte bulur. Hal böyle olunca, Kafamda Bir Tuhaflık ve Tehlikeli Oyunlar için ortak seansta buluşulur :)

Kafamda Bir Tuhaflık bizim için ne kadar mesafeli yaklaşımlar sergilediğimiz bir kitap olduysa, Tehlikeli Oyunlar o kadar bağrımıza bastığımız bir kitap oldu. Her gün kullandığımız emojilerdeki gibi gözümüzden kalpler çıkarmadığımız kaldı bir tek. Sebebi çok.

En birincil sebep, Oğuzcum Atay elbette.

Bir diğer sebep, Poyrazcım Karayel.

Nasıl mı? Anlatayım.


Aslında her şey Sevcan'ın "Ya Poyraz Karayel diye bir dizi var televizyonda, baya iyi, hem de içinde Oğuz Atay geçiyor, Tehlikeli Oyunlar'dan pasajlar okuyorlar, hoşuma gitti ben kitaba başlayacağım." demesiyle başladı.

Sonra bir baktık, Tehlikeli Oyunlar kendini Bize Özel Kitap Kulübü'nün okunacak kitaplarından biri olarak ilan etmiş, biz de birer Poyraz Karayel fanatiği olmuş çıkmışız.

Tehlikeli Oyunlar, bizde yeri zaten ayrı olan Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'dan sonraki kitabı. Tutunamayanlar'da tanıştığımız Selim Işık'ın yerine Hikmet Benol'umuz var bu sefer. Bir de albayımız. Emekli albay Hüsamettin Tambay.

Hikmet, bir hayat mağduru. Hikmet, belki kendi kendinin mağduru.

"Neden yalnız ben cezalandırılıyorum albayım?" ... "Sen kendini cezalandırıyorsun evladım." "Yani, kimse Hikmet'e aldırmıyor, demek istiyorsunuz." (s.95)

Beni kapıcı yapsalardı, çöpleri dökmeyi ya unuturdum ya da yerlere dökerdim. (s.131)

Bende, insanların sinirine dokunan bir gariplik var. (Alnıma yazılı). (s.131)

Hayallerinde bile korkar mı insan? Hayallerinde bile kadınlar, insanı azarlar mı? Hayallerine bile hükmedemez mi insan? (s.156)

"Elimden başka türlüsü gelmiyor albayım; ortaya rezillikten başka bir şey çıkaramıyorum." (s.257)

Ama yine de, bırakmıyor işin peşini, oyunlar oynamak istiyor. Tehlikeli oyunlar.

"Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: Nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor." (s.259)

...çok uzun konuşmalıyım biliyorsun, ben susunca gidersin biliyorum, ben konuşurken kaçanlar da oldu, bana roman yaz diyenler de oldu, hayatım roman olduğu için yazmıyorum, onu ben yaşarken okuyun, ben oyun yazıyorum, bir gün sonraya çıkabilmek için ve güneşin bir gün daha doğmak üzere olduğunu görebilmek için her gün yeni oyunlar icat etmek zorundayım... (s.317)

Haklı. Çünkü;

Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız. (s.348)

Ben ve benim gibi, kabuslarından başka kaybedecek bir şeyleri olmayan ruh proletaryası, bu dünyadaki yerini ancak büyük oyunun içinde bulabilir. (s.349)


Poyraz Karayel, Behzat Ç.'den sonra, onunla benzer bir kulvarda değerlendirebileceğim ikinci Türk dizisi benim için. Behzat Ç. de bir edebiyat uyarlamasıydı, Poyraz Karayel de gücünün bir kısmını Tehlikeli Oyunlar'dan ve Oğuz Atay'dan alıyor. İlk bölümlerde kitabı doğrudan göstermek ve kitaptan pasajlar kullanmak yoluyla dikkat çektikten sonra, ilerleyen bölümlerde Poyraz'ın hem İsa'ya ödev yazdırdığı bazen hüzünlü çoğunlukla komik tiratlarda hem de ruhen dara düştüğü zamanlardaki (delirmenin eşiğinde gidip geldiği anlar dahil) monologlarında televizyonun ekranında bir Hikmet Benol vardı. Bu arada bilmem söylemem gerekir mi, dizide bir de emekli albay mevcut, emekli albay Cevher Güngören ;)

Poyraz Karayel'i izlerken yakaladığımız ve beğendiğimiz Tehlikeli Oyunlar çağrışımlarını birbirimize haber verdiğimiz gibi, Tehlikeli Oyunlar'ı okurken de "Bariz bir Poyraz var burda" diye altını çizdiğimiz, kenarına gülücükler attığımız satırlar, gözümüzün önünde canlanan sahneler oldu. Tehlikeli Oyunlar'ı ve Oğuz Atay'ı böylesine içselleştirebilmiş ve başarıyla taşıyabilen bir senaryo ve oyunculuk gerçekten takdire değer.

Bir başka takdire değer performans da Seyyar Sahne'nin tek kişilik Tehlikeli Oyunlar tiyatro oyunu. Amatör bir ruhla başladıkları yolda gittikçe profesyonelleşen ve mükemmelleşen oyunu kitapla haşır neşir olduğumuz bir dönemde izleme şansımız oldu Sevcan'la. Tek kelimeyle bayıldık.

Buluşmamızın çok büyük bir kısmını Tehlikeli Oyunlar'a ve altını çizdiğimiz satırlara ayırdık tüm bu yazdıklarımdan anlaşılabileceği üzere, o cümlelerin bizi götürdüğü duygular ve laf lafı aça aça ettiğimiz sohbetle zamanın nasıl geçtiğini anlamadık. En son Çise'nin "Akşam olmuş ya, benim gitmem lazım, bekliyorlar!" demesiyle azıcık gönülsüzce de olsa dağıldık, zira bıraksalar daha çok konuşurduk :)

Bütün hayatımı, en ince ayrıntılarına kadar düşünerek hesapladığım iyiliklerin hayaliyle geçirdim albayım. Artık ne olacaksa olsun istiyorum. (s.23)

Şahsen Hikmet Benol'u Selim Işık kadar sevebildiğimi düşünmüyorum, ama Oğuz Atay'ın hayat verdiği tüm karakterlerinin ve tüm kitaplarının başımızın üstünde her daim yeri var. Keşke ömrü vefa etseydi, daha çok yazabilseydi, "Türkiye'nin Ruhu"nu ve diğer projelerini tamamlayabilseydi.

Karşılığını bulamadığım bütün sözleri söyleyenlerin hepsi ölmeden rahat edemem, anlıyor musunuz? Yoksa, bütün acıları ömrüm boyunca içimde taşırım. (s.16)


"Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor, anlıyor musun? (s.333)

"İnsanlık öldü. Belki de hiç yaşamamıştı. Belki de benim insanlığım diye bir şey yoktu. Ben hücremde yanlış hayallere sürüklenmiştim. Korkaklığımı insanlık sanmıştım. Yalnızlığı insanlık saymıştım." (s.260)

28 Mart 2016 Pazartesi

Kafamda Bir Tuhaflık - Orhan Pamuk

Dünyada dert ettiği şeyler de kendi kafasının bir tuhaflığından ibaretti.*

Kafasında bir tuhaflık olan kişiyle tanışın. Bozacı Mevlut Karataş. Eski yoğurtçu, "Kısmet"çi, dondurmacı, nohutlu pilavcı.

Okuduğumuz kitap; boza satıcısı Mevlut Karataş'ın hayatı, maceraları, hayalleri ve arkadaşlarının hikayesi. Aynı zamanda 1969-2012 yılları arasında İstanbul hayatının pek çok kişinin gözünden anlatılmış bir resmi.**

Bazı kitaplar isminin çağrıştırdıkları ve vaat ettikleriyle çeker sizi kendine. Sırf ismi için okumak istersiniz o kitabı. Bireysel olarak Orhan Pamuk okuma çabaları bu zamana dek pek de başarıyla sonuçlanamamış Bize Özel Kitap Kulübü üyeleri olarak, açıkça söylüyoruz ki, biz bu kitabı yazarı için değil ismi için okuduk.

Daha önce denediğimiz Orhan Pamuk kitaplarına kıyasla bu kitabı okumakta çok zorlanmadığımızı düşünüyoruz. Fakat bizce bu durum Orhan Pamuk okuyabilme yeteneğimizin gelişmişliğinden çok, Orhan Pamuk'un daha geniş kitlelerce okunabilecek bir roman yazmayı denemiş olması ihtimalinden kaynaklanıyor. 1970'lerden günümüze Mevlut Karataş'ın bireysel ve aile hayatının yanında, İstanbul hayatına da hepimizce iyi kötü bilinen düzeyde ışık tutan akış içerisinde, belki de bu ihtimal kaynaklı bir durum olarak Mevlut'un kafasındaki tuhaflığın derinliklerini merak etsek de göremiyoruz, o kafasındaki tuhaflığa erişemiyoruz.



Mevlut'un maceralarında insanı güldüren trajikomik detaylar da var, Mevlut'un saf tarafına ve makus talihine esef duymanıza neden olan kısımlar da. Çocukluğumuzda sonlarına bir şekilde yetişebildiğimiz yoğurtçular ve bozacılar dönemi ise kitaptaki nostaljik öğelerin en öne çıkanı.

"Mevlut yürürken kendi kafasında canlanan resimlerin, "Boo-zaaa" diye bağırınca şehrin insanlarının kafasında da canlandığını ve onu bu yüzden yukarı çağırıp boza aldıklarını anlıyordu artık... Yarı karanlık sokaklara doğru "Boo-zaa" diye bağırırken yalnız perdeleri çekili pencerelere, sıvasız boyasız duvarlara, köşelere gizlendiğini sezdiği şeytani köpeklere ve pencerelerin arkasındaki ailelere değil, kafasının içindeki aleme de seslendiğini hissederdi." (s.295)

Bize Özel Kitap Kulübü, Kafamda Bir Tuhaflık'ı sevdim de diyemiyor, sevmedim de diyemiyor sevgili okur. Olay örgüsünü, çok çekici olmamakla beraber, okunabilir buluyor; Mevlut'un kafasındaki tuhaflığın ise derinleştirilebilir olduğunu düşünüyor.

Bu zamana kadar Orhan Pamuk okumayı başaramamış olanlar, "Bol karakterli, olay örgüsü ağır basan, akışı elle tutulur bir kitap olsa okurum" diyenler, Nobel Edebiyat Ödüllü yazarımızı merak edenler için Bize Özel Kitap Kulübü'nün önerebileceği bir kitaptır. Ortak puanımız da 10 üzerinden 7.

"Hayatın vereceği huzur ve güzellik ancak hayatından uzakta başka alemleri düşlerken ortaya çıkıyordu." (s.120)

Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk, s.225
** Kafamda Bir Tuhaflık, Orhan Pamuk, iç kapak

22 Ağustos 2015 Cumartesi

1Q84 - Haruki Murakami

Bize Özel Kitap Kulübü büyüyerek ve çıtasını yükselterek yoluna devam ediyor. Bu seferki okumamız, başladığımızda Instagram'dan da paylaştığım üzere, tam bir "challenge accepted!" vakası idi. Zira kulübümüzün 9. kitabı olarak, pek çok kez Nobel'e aday gösterilmiş Japon yazar Haruki Murakami'nin 1256 sayfalık 1Q84 kitabını devirmiş bulunmaktayız!

Kulübümüze bu kitapla dahil olan, üstelik okumaya hepimizden geç başladığı halde değerlendirme buluşmasına kitabı bitirip de gelen azimli üyemiz Mine'ye bir de buradan hoşgeldin diyoruz ayrıca.


Doğan Kitap sağolsun, Murakami'nin üç kitap olarak böldüğü eseri tek bir cilt olarak bastığı içindir ki; hem yükte hem pahada ağır bu kitabı insan ne yanında taşıyabiliyor, ne istediği rahatlıkta okuyabiliyor (Mesela bu kitabı sırt üstü uzanıp yüzünüze doğru kaldırarak okuyamıyorsunuz, zira kitabın ağırlığı sebebiyle elinizden kurtulup yüzünüze düşme ve suratınızı baya baya dağıtma ihtimali var :) ) Mine'nin azimle yanında taşıyıp plajda okumuşluğu, Sevcan'ın kitabın üzerinde uyuyakalmışlığı, benim de yetiştireyim diye koca kitabı çantamda oraya buraya taşımışlığım ve dışarıda elimde görenlerden "Deli herhalde..." bakışı yemişliğim var yani. Özetle, çektiğimiz zorluklar yeterince açık diye düşünüyorum :) Çise'ye gelince, kendisi tabi ki kitabı yine çok önceden bitirip bizi beklemek zorunda kaldı. Şaşırdık mı? Tabi ki hayır :)

İyi güzel, bir hevesle başladık, bir yere kadar da fena ilerlemedik, amma velakin ki biz bu kitabı da beğenmedik! Önce konusundan bahsetseydin de ondan sonra yorumlara geçseydin dediğinizi duyar gibiyim. 1256 sayfalık kitaba da böyle ağır konuşmak olmayacak ama doğrusu kitabın elle tutulur bir konusu yok ki bahsedeyim!

İşin mübalağası bir yana, Tokyo ve civar semtlerinde kendine sahne bulan kurgu, otuzlu yaşlarına yeni erişecek bir çiftin etrafında dönüyor. İlkokulda iki sene birlikte okuyan fakat birbirleriyle, ikisinin de sonraki yıllarına büyük etki eden bir kış öğleden sonrası haricinde, hiç iletişim kurmamış iki kişi: Aomame ve Tengo. İkisinin de geçmişinde zor zamanlar ağır basıyor ama yine de bir şekilde bu geçmişin örümcek ağlarından kurtulup başka başka yerlerde ve şekillerde tek başlarına birer düzen kurmuşlar. Kendi yağlarında kavrulup giderken ve arada maziye dönerek birbirlerini "Ne yapıyordur acaba? O da beni düşünüyor mudur?" tadında yad ederken işler karışır. Her ikisinin de hayatına farklı yönlerden dahil olan dış unsurlar nedeniyle (ya da sayesinde mi demeli?) adım adım birbirlerine yaklaşırlar.

Yaklaşmasına yaklaşırlar da; daha önce okuduğumuz hiçbir kitapta denk geldiğimizi düşünmediğimiz ölçüde zorlama bağlantılar kurarak, karakteri "Ama bu nasıl olmuş olabilir? Hmmm... Şimdi şöyle bir varsayımda bulunayım... O zaman şöyle düşüneyim..." gibi absürt repliklerle konuşturarak... Bunların yanında, kurgunun merkezindeki çiftle birlikte diğer karakterlerin de aynı kişi tarafından konuşturulduğunun bariz oluşunun verdiği rahatsızlık var. Yani aslında klasik tabirle, yazar hiçbir karakterin bağımsızlığını ilan etmesine izin vermemiş, ipleri sürekli elinde tutmuş, sarkan ipler de biz okuyucuların ensesini kulağını kaşındırmış.

Zorlama bağlantılar konusunu, çok da sürprizbozan vermeden biraz detaylandırmak istiyorum. Kurgu (farkındaysanız "öykü" kelimesinden de itina ile kaçıyorum bu arada) paralel bir evrende geçiyor (1Q84 ismi de oradan geliyor; kurgu 1984 yılında geçiyor, 1Q84 de paralel evreni/zamanı ayırt edebilmek için Aomame'nin kullandığı tabir oluyor) ve bunun yarattığı pek çok tuhaflık kitapta kendine yer buluyor. Aslında bu insanı bir noktaya kadar heyecanlandırıyor çünkü bu tuhaflığın arkasından orijinal ve şaşırtıcı bir şeyler çıkmasını bekliyorsunuz. Tahmin edin? Doğru tahmin, hiçbir şey çıkmıyor. Her şey tuhaflığıyla kalıyor.

Tüm bunlara daha önce on sayfa boyunca anlatılmış bir kısmın yirmi sayfa sonra hatırlatma amacıyla yeniden anlatılması, bir iki cümleyle de değil, on sayfa olmasa da abartısız beş sayfa ile anlatılması; sabırla okunan tekrarların arasında bir ışık yakalayıp tam "İşte bu sefer oluyor, olaylar tırmanıyor!" deyip heyecanlanırken temponun yeniden düşmesi ve bir kez daha tekrarlara gark olmak ekleniyor. Bu da kitabın neden bu kadar kalın olduğunu açıklıyor. Kalın ve sinir bozucu.

Daha ne diyeyim, şunu diyeyim; Bize Özel Kitap Kulübü olarak sana puanımız 6 Haruki efendi, o da ayıp olmasın diye, yoksa masadan daha kötü notlar öneren sesler yükselmedi değil :) Ayrıca anlam veremiyor ve şahsen biraz da üzülüyordum neden aday gösterip gösterip sana Nobel vermiyorlar diye, sanırım biz kulüpçe nedeni anladık :)

1Q84'e ilk başladığım dönemde indirimde görüp Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları'nı da almıştım Haruki Murakami'nin. Aradan biraz zaman geçer, bir şans daha vereyim deyip ben o kitabı da okurum ama sanıyorum kulübümüzün diğer üyelerinin Murakami adını duyunca tutan kaşıntıları uzun süre geçmeyecektir :)

"İnsan bir kafesten kurtulsa bile, çıktığında kendini bulduğu yeni yerin aslında daha büyük bir kafes olması olası mıydı acaba?" (s.251)

"Doğru diye, saf duygularla hareket ediyorsun diye, bu her şeyi yapabileceğin anlamına gelmez." (s.252)

"Ben en çok kendimden korkarım. Ne yapacağımın belli olmamasından. Şu an ne yaptığımı kavrayamamaktan." (s.397)

"Zaman denilen şey insan eliyle yapılacak değişiklikleri en baştan reddedebilecek güce sahipti. Yapılan düzeltmelere karşı kendi düzeltmelerini yapıyor, akışını eski haline getiriyordu." (s.488)

"Ümit olan yerde mutlaka azap da olur. Fakat ümit zayıf, çoğunlukla soyuttur, azap istemediğin kadar zorlu ve genelde somuttur." (s.823)

"Yaşam, en basit haliyle bir dizi anlamsız, bazı durumlarda fazlasıyla gelişigüzel gelişmelerin yaşanmasından öteye geçmiyor da olabilirdi." (s.1133)

31 Mayıs 2015 Pazar

Şibumi - Trevanian

Bu kitap kulübü ne kadar güzel bir şey oldu hayatımızda! Başka yerlerde de olsak, başka şeylerle de uğraşsak, başka dertlerle de boğuşsak; Bize Özel Kitap Kulübü için seçilen kitaplar, yapılan okumalar, okuma sürecindeki paylaşımlar, sırf bunun için ayarlanan buluşmalar... hepsi o kadar mutluluk ve heyecan verici ki. Ve insan sekizinci kitap için yazı yazıyor olunca; düzenin oturduğunu, devamlılığın sağlandığını ve biz kitap okumayı sevdiğimiz sürece (yani sonsuza kadar! :) ) Bize Özel Kitap Kulübü'nün de devam edeceğini gördükçe her şey daha güzel görünüyor.

Okuyacağımız kitapları bu zamana kadar tek tek seçiyorduk ya da "Şimdi şunu okuyalım, bir sonraki de bu olsun." gibisinden yakın dönemlik seçimler yapıyorduk. Fakat bu sefer iş biraz farklı gitti ve Yeni Kitaplar bölümümüzden de görebileceğiniz gibi, şu an okunacak 4-5 kitabımız net, temin edilmiş ve hatta okunuyor durumda. Kitapların kalınlığını ve özellikle benim okuma hızımı düşündüğümüzde Bize Özel Kitap Kulübü 2015'i bu kitapların üzerine en iyi ihtimalle bir kitap daha koyarak kapatır diye tahmin ediyorum, bakalım tahminim tutacak mı :)

İşte bu sene için belirlediğimiz kitaplardan ilk sıraya koyduğumuz Şibumi'ydi. Uzun süre "Trevanian" takma adıyla tanınan; diriyken kendisi, vasiyeti nedeniyle ölünce de mezarı bilinmeyen Rodney William Whitaker'ın okuyanları Go oyununa merak salmaya iten o meşhur kitabı.



Bu arada fotoğraftan da anlaşılacağı üzere, Şibumi buluşmamız çok sürprizli oldu; isme özel ayraçlarımız Çise'nin, kitap sevdalısı kızlarımız Sevcan'ın inceliği ve güzelliği. Ben mi? Buluşmaya sadece kendimi ve kitabımı götürmüştüm :)

Zaten hep dile getiriyorum, kulübün yavaş okuyanı benim. Sevcan da taktik geliştirdi, benim hızıma göre kendini ayarlayıp araya başka kitaplar almaya başladı (burdan da böyle afişe ederim işte!). Çise'yi zaten biliyorsunuz, pata küte bir solukta okuyor, alıp başını gidiyor; ondan sonra da "Bitti bu. Ne zaman konuşacağız. Hadisenize. Siz bitirene kadar unutacağım okuduğumu!" diyor. İşte bu mükemmel uyum içerisinde, Şibumi'yi okuduk ama sanırım daha çok canına okuduk :)

O zaman en baştan başlayalım: Şibumi ne demek?

"... şibumi, sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır. Şöyle düşün: O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok. O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok. O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok. Şibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçakgönüllülük demek. Sanatta şibumi zarif bir basitliği ifade eder. Buna sabi denir. Felsefedeyse kendini wabi olarak gösterir. Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir. Bir insanın kişiliğindeyse...nasıl söylemeli...Hakimiyet peşinde olmayan bir otorite mi? Onun gibi bir şey." (s.84)

Bir sonraki soru: Bu kitap ne anlatıyor?

Bu kitap; hangi ırktan geldiği ve hangi kültüre kendini yakın gördüğü belli, fakat resmi olarak bir milliyeti, aidiyeti olmayan Nicolai Hel'i ve eski bir dosta hissedilen borca istinaden Hel'den talep edilen zorlu yardımı anlatıyor. Nicholai Hel'i farklı kılan özellikleri ve sahip olduğu yetenekler (Go'ya gösterdiği üstün yatkınlık, Go'yu -bir oyundan öte- yaşamına yön veren bir düşünme tekniği ve strateji kaynağı olarak görmesi, bulunduğu ortamdan kendini soyutlayıp her şeyle bütünleşerek deneyimlediği mistik dinlenmeler, çevresindeki titreşimlerden yola çıkarak tetikte kalmasını sağlayan yakın algılama yeteneği, yedi farklı dil bilmesi ve etkin şekilde kullanması gibi), aldığı eğitim, İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşadıkları ve tüm bu donanımın kendisine getirdiği enteresan kariyeri. Bu kariyerden muzdarip kişi ve kurumların gözünden kendisini ve geçmişini tanımaya başlıyor, devamında az önce bahsi geçen zorlu yardım sebebiyle iki tarafın karşı karşıya gelişine tanıklık ediyoruz.

İki tarafın karşı karşıya gelişine sebep olan olay ve sonrasında yaşananlar, aslında kitabın küçük bir bölümünü oluşturuyor. Nicholai Hel'e ve geçmişine ayrılan bölüm daha kalabalık ve kapsamlı, bu şekilde tarafların karşı karşıya gelişi esnasında okuyucuya gereken altyapıyı iyi şekilde veriyor ve bütünlüğü sağlıyor. Ama her şeyin de kararı makbul, Hel'i tanıdığımız bölümler o kadar kapsamlı ki, biz baydık, Nicholai Hel'den de nefret ettik! Ne mükemmel ötesi bir insanmış meğer, yoksa biz mi kıymetini bilemedik :) İşin şakası bir yana, gelebilecek tüm tepkileri göze alarak diyoruz ki, biz Şibumi'yi sevmedik.

Yazarın kurgu içerisine yedirdiği, bir çoğunu Hel'in düşüncesi olarak verdiği ve Amerika, Arap dünyası, Batılı ülkeler gibi konularda yaptığı yorumlar ve tespitler hoşumuza gitti. Fakat genel olarak, olay örgüsünü zayıf, karakterleri abartılı, kitabı da senelerdir duyduklarımızdan mütevellit biraz şişirilmiş bulduk. Trevanian'ın yeri bilinmeyen mezarında kemiklerini sızlattığımız için üzülmekle birlikte, kitaba ortak puanımız 6.

Ama siz yine de okuyun, biz beğenmedik diye okumazlık etmeyin. Nihayetinde okunmuş ama sevilmemiş bir kitap, hiç okunmamış bir kitaptan yeğdir ;)

""Yeter bu kadar!" dedi. "Öğütler anca öğüt verene yararlıdır. O da vicdanındaki yükü hafiflettiği için. Sen de eninde sonunda kaderinde yazılı olanları ve yetiştirilişinin seni sürüklediği hareketleri yapacaksın. Öğütlerimin senin hayatın üzerinde yaratacağı etki, suya düşen kiraz çiçeğinin nehrin akışı üzerinde yaptığı etkiden fazla olmayacak." (s.112-113)

"Hel ise, tecrübelerinden ötürü, korkaklardan haklı olarak çekinirdi. Korkaklar her zaman için cesur insanlardan daha tehlikeli olurlardı. Bir kere sayıları daha fazlaydı. Sonra, arkadan vururlardı. Vurdukları zaman da kötü vururlardı. Çünkü sağ kalırsanız öç alacağınızdan korkarlardı." (s.284)

"Geçmiş denilen şey, gelecekten arındırıldığı anda bir yığın önemsiz ayrıntı haline geliyordu. İçinde organik hiçbir şey kalmıyordu. Güçlü olan, acı veren hiçbir şey." (s.455)

22 Şubat 2015 Pazar

Çocukluğun Soğuk Geceleri - Tezer Özlü

Hep okumayı istediğiniz, bir kitabını okumanın yetmeyeceğini hissederek tüm kitaplarını alıp kütüphanenize koyduğunuz, "Öyle otur kalk okunmaz, gazete mi bu? Özel ilgi ister, duru kafa ister, geniş zaman ister..." deyip okumak için o özel ânı beklediğiniz yazarlarınız var mı acaba? Benim var ve bir tanesi "Türk Edebiyatı'nın gamlı prensesi" olarak anılan Tezer Özlü. Bize Özel Kitap Kulübü'nde bir Tezer Özlü kitabı okumayı çok istedim bu yüzden. Hem başta bahsettiğim o biraz hastalıklı ama edebiyatseverlerin anlayacağından emin olduğum his, Bize Özel Kitap Kulübü ile daha anlamlı ve değerli olsun diye; hem de artık tavan yapan Tezer Özlü merakımı dindirmem gerektiği düşüncesiyle. İşte bu şekilde yazarını benim seçtiğim, kitabına ise birlikte karar verdiğimiz bir okuma daha gerçekleştirdik Bize Özel Kitap Kulübü'nde.

Tezer Özlü'nün ilk romanı (aynı zamanda ilk eseri) olan Çocukluğun Soğuk Geceleri'nde karar kıldıktan sonra, kitabı okumamız açıkçası çok uzun sürmedi. En azından kendi açımdan "özel ilgi - duru kafa - geniş zaman" üçlüsünü sağlayarak sindire sindire okuduğumu, bunun için de normalden fazla zaman ayırdığımı hesaba kattığımızda bile uzun sürmedi. Çünkü Tezer Özlü'nün çocukluğundan başlayarak kendini anlattığı bu kitap sadece 65 sayfa :)

Kitabın inceliğine aldırmaksızın, hatta inceliğini beğenerek diyelim (daha kalın olsa belki değerlendirmemiz biraz farklılaşabilirdi çünkü), bu kitap Tezer Özlü ile tanışmak ve onu anlamaya başlamak için iyi bir fırsat oldu. Çocukluğuna dair anılar ve izler, Avusturya Kız Lisesi'nde okuduğu dönem, gençlik yılları ve o dönemdeki çevresi, Berlin'de kaldığı döneme ilişkin betimlemeler, ilk eşinin bıraktığı izler, evliliğinin öncesinde sonrasında tanımaya çalıştığı diğer erkekler ve elbette klinik yılları... Kısa süren ömrüne damgasını vurduğu belli olan, çeşitli kliniklerde gördüğü psikolojik tedaviler (Anlatısını okurken bile insanı diken diken eden elektroşok tedavileri dahil)... Tezer Özlü bölük pörçük de olsa, daldan dala da olsa, çağrışımlarla oradan oraya gidip sonra geri dönüyor da olsa işte bunları anlatıyor bu 65 sayfalık kitapta. Kendi kendine konuşur gibi. Kimseyle derdi olmadan, "Ben de bunları yaşadım işte n'apalım" dercesine.

Hal böyle olunca üzülmedik değil... Yaşadığı zamanın dışında kalan, ailesi tarafından bile hasta gözüyle bakılan, fakat kendisinin de farkında olduğu dalgalı ruh hali haricinde bize gayet normal gelen Tezer Özlü ile işte böyle tanıştık. Zaten kendisine dair kafamızda oluşan imgeleri biraz daha pekiştirmek, onu daha iyi anlamak için Bize Özel Kitap Kulübü'nde bir Tezer Özlü kitabı daha okumaya karar verdik bile :)

Ayrıca Tezer Özlü'ye niye "gamlı prenses" denmiş? Bir kitabını okumuş olsak da anlamış değiliz; yaşamaya heves duyan, yaşamın varlığının onun için bir numaralı belirtisi olan kalabalık caddelere karşı tutku derecesinde hisler besleyen bir portre çiziyor... Belki bir sonraki kitapta bir cevap bulabiliriz buna, kimbilir?


Son olarak kitaba ortak puanımız: Açık, net ve tartışmasız (Tartışmasız nasıl oldu derseniz, hikmet Tezer Özlü'de herhalde) 9. Evet, biz Tezer Özlü'yü sevdik :)

Altını çizdiğimiz, kenarından işaretlediğimiz, içimizden defalarca okuduğumuz gibi buluşmamızda da sesli okumaktan kendimizi alamadığımız yerlerden birkaç örnekle yazıyı bitirelim.

"Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun."

"Ilık bir yaz sonu havası. İnsanın hem bedenini, hem düşüncelerini okşayan bir hava. Arjantin tangoları dinliyorum. Balkona çıkıyorum. Bu semtte sokaklar çok sessiz. Yazmak istiyorum. Ama her zaman yaşamın günlük hareketliliklerini yeğliyorum. Caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek, doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum.

"Anlatamayacağım. Bu insanlar "Guguk Kuşu" filmini de, Napolyon'un yaşamöyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorlarsa, elimden ne gelir?"

26 Ocak 2015 Pazartesi

Cotta 7

Merhabalar,

Başka bir ülkede yaşarken insan sevdiği yerleri daha bir özenli yazıyor herhalde diyerek başlamak istiyorum bu çok geç kalmış yazımıza ve affınıza sığınıyorum. Cotta 7 isteyerek gittiğimiz bir yerdi. Arayıp bulduklarımızdan, beğendiklerimizden biri. Kitap kulübümüzün de Şeker Portakalı ve Küçük Prens tartışmalarına ev sahipliği yapmıştı. 



Içeri girdiğimizde dış mekanını oldukça rahat ve huzurlu bulduk. Bir alışveriş  merkezinde bulamayacağınız bir rahatlık. Genel hatlarıyla sizi rahat  hissettiren ve gerçekten menü ile ilgili tavsiye verebilen garsonlar bulunmakta. Üstelik de saatlerce otursanız bile zebellah gibi başınızda beklemiyor ama çayınızın bittiğini de kaçırmıyorlar. Küçuk detaylar çok önemlidir benim için. Menü el yazısı ile bir kağıt olarak geliyor ve kendi deyimleriyle 'ansiklopedi gibi degil' ancak oldukça yeterli. Gelelim sahiplerine: Cotta 7 Mutfak Sanatları Akademisi'nde eğitim almış mühendis şefler tarafından açılmış anladığımız kadarıyla. Pek de şahane olmuş zira herhangi bir yerde yiyebileceğiniz patates kızartması, şahane hamburgerinizin yanında trüf yağlı ve parmesan peynirli olarak sunuluyor. Közlenmiş patlıcan çorbası ve balkabaklı çorbası ise  bilemiyorum söylemeye gerek var mı ama leziz. Yani her yerde görmeye alışık olduğumuzdan farklı bir mutfak sergilenmekte. Farklı ve inanılmaz lezzetli. 




Ancak, kitap kulümüzün diğer üyeleri de eminim katılacaklardır, tatlılar bir ayrı güzel. Brownie ve Saksı tatlısı özellikle müptelası olunacak cinsten. Ikisinin de sunumlari çok farklı. Saksı meyvesi içindeki çarkıfelek- beş bıyık derler bizde- meyveli puding sebebiyle ekşi, haşhaş sebebiyle çıtır, pandispanyası ile hafif katkat bir tatlı. Uzerindekiler ise meraklılarına, beyaz çikolata ve nane yaprağı. Garsonun önerisi ile kaşığı dibine kadar daldırıop her katmandan almalısınız. Kesinlikle çok farklı ancak benim gibi hafif ekşi sevenler için müptelası olunacak bir tatlı.. Ikinci şahane tatlısı ise Brownie. Yumuşacık kek, yanında beyaz çikolata ganaş ve üzerinde erimekte olan bitter çikolata parçası ile servis ediliyor. Yemelere doyamıyorsunuz.

Yani sözün özü; Cotta 7 olmuş. Birden çok kere sadece tatlı için gidilmelidir bence

Ps: - Mekan Taurus AVM'nin dışında yer alıyor, arabanızı hemen restoranın dışına park edebiliyor      
        ve fişinizi göstererek ücret ödemeden ayrılabiliyorsunuz.
     -  Fiyatlar ortalamanın biraz üzerinde ancak kesinlikle değiyor.

7 Ocak 2015 Çarşamba

Bir IKEA Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri'nin Olağanüstü Yolculuğu - Romain Puertolas

Bize Özel Kitap Kulübü'nün bu seferki kitabını yeni fakat süper adapte üyemiz Sevcan seçti. Onun da bir tavsiye üzerine edindiği kitabın ismi gerçekten evlere şenlik: Bir IKEA Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri'nin Olağanüstü Yolculuğu! İçerik de en az isim kadar evlere şenlik. Kitabın yazarı Romain Puertolas, isminin okunuşuna ilişkin kelime oyunlarını kitap boyunca sürdürdüğü kahramanı Hint Fakiri Ajatashatru Lavash Patel'in Fransa'daki bir IKEA mağazasında başlattığı macerasıyla, 36 ülkede yayımlanan bir kitaba imza atmış.

Kitabın 36 ülkede yayımlanmasını bir kenara koyarak belirtmeliyim, ki kulübümüzün diğer üyeleri de bu noktada bana katılacaklardır, bu kitap bizim genelde okuduğumuz kitaplardan farklı çıktı; fakat Bize Özel Kitap Kulübü'nün etkisi de kendini burada gösteriyor sanırım. Normalde dikkatimizi ve ilgimizi çekmeyecek bir kitaba Bize Özel Kitap Kulübü bünyesinde şans vererek rutin dışına çıkmak, sonuçta dünyaları başımıza yıkacak bir eylem olmasa gerek :)

Bu açıdan kendi adıma da memnunum bu farklı denemeden çünkü ben bu kitabı okurken pek eğlendim. Bazı noktalarda, kitabın orijinal dilinde anlamlı ve güzel durabilecek yerlerde, çeviri ve kültür/mizah farkı sebepli havada kalmışlıklar elbette mevcut fakat hem yayınevi hem çevirmen bu durumun farkında oldukları izlenimi veriyorlar zaten, o sebeple yapacak çok da bir şey yok. Bazı kısımlarda da, akışın varacağı son kolaylıkla tahmin edilebiliyor ya da akışın istenen o noktaya bağlanması için zoraki hamleler görülebiliyor (hatta bazen "ahh.. klişe!" bile deniyor) ama bu yine de kitaptaki eğlenceli aksiyonu inkar ettirmiyor.

Kitaba ilişkin olarak internette yapılacak küçük bir araştırma ile, kitabın mültecilik konusuna değinmekte olduğu bilgisine rahatlıkla erişilebiliyor. Bu bilgi ışığında bende oluşan beklentiyle aynı yoğunlukta bir karşılığı maalesef bulamadım kitapta ama yine de altını çizdiğim bir iki cümleye burada yer vermek isterim. Kitapta birkaç yerde yakalanan ve hakkının verilmesi lazım gelen doğru ve yerinde tespitlere de bir örnek olacaktır bu cümleler:

"Zira, mültecilerin bile bir onuru vardı. Mallarından, mülklerinden, pasaportlarından, kimliklerinden olmuş halleriyle, onlara kalan son şey de buydu zaten. Onur. Ve işte bunun için yalnız çıkıyorlardı yola, karılarını, çocuklarını almadan. Onları asla böyle görmesinler diye. Onları daima büyük ve güçlü olarak hatırlasınlar diye. Daima."*


Bunun yanı sıra kitabın insanı duygulandıran bölümleri de, değerlendirme buluşmamızda detayları konuştukça "İşte orayı çok beğendim!" diye gülüşerek bağırdığımız yerleri de mevcut. Ama kitabın "mutlu son"a fazla hızlı ulaştığını, öyle ki ayrıntı kaçırmamak adına okurken kendimizi frenlemek zorunda hissettiğimizi de belirtmeliyiz. Genel olarak bakınca pek bizim tarzımıza uygun bir kitap olmasa da; hafif, eğlenceli ve düşünsel efor harcatmayacak bir kitap okumak isterseniz; Bir IKEA Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri'nin Olağanüstü Yolculuğu'nu size önerebiliriz. Elbette ki yine çekişmeli geçen puanlama seansının ardından bizden bu kitaba çıkan ortak puan ise 6 :) Son olarak bu kitap sayesinde öğrenmiş bulunuyoruz ki Hint fakirliği gerçek ve saygı duyulması gereken bir meslek!


* İtalik bölüm kitaptan alıntıdır (sayfa 76).

7 Aralık 2014 Pazar

Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery / Şeker Portakalı - Jose Mauro de Vasconcelos

Bize Özel Kitap Kulubü'müzün "Çocukluğumuzun Kitapları" konseptinin ilk iki kitabını bu yazıda değerlendirmiştik. Şimdi sıra diğer iki kitapta. Hem artık yeni bir üyesi var kulübümüzün. Sevgili Sevcan Küçük Prens ve Şeker Portakalı'nı okuyarak aramıza katılmakla kalmadı, bir sonraki kulüp kitabımızın da belirleyicisi oldu. Hoşgeldin Sevcan, ne iyi ettin de geldin! :)


İlk yazıda da belirttiğim gibi, Küçük Prens'e aşk duymak ayrı bir meziyettir bana göre. Hayatımda böyle narin, böyle saf, böyle sevimli, böyle sevilesi bir karakter daha görmedim ben. Kitabın yazıldığı zamanın (yıl: 1943) koşullarını düşününce böyle bir içsel zenginlik ve evrensellik görüsüne de rastlamadım. B612 gezegeninden gelen küçücük bir adam var karşımızda ve bu küçücük adam "başka türlü bir şey" arıyor. Bulabiliyor mu derseniz o sizin algınıza bağlı açıkçası...

Aslında pilot olan Antoine de Saint-Exupéry, dünyaya nam salan bu öyküyü kaleme almakla yetinmeyip Küçük Prens'e çizimleriyle de hayat vermiş, hatta Küçük Prens'i tüm hayatı boyunca yaşamış ve yaşatmış. Çise'nin buluşmamıza da bir kısmını getirdiği koleksiyonunda farklı dillerde pek çok Küçük Prens baskısı mevcut. Fakat "Ben bir Çise değilim, olamam!" deyip siz de ben ve Sevcan gibi Türkçe okumayı tercih edecekseniz Türkiye'de bulacağınız baskı 1988'den beri kitabın telif haklarına sahip Mavi Bulut Yayınları'nın baskısı olacaktır. Ama endişeye mahal yok, Mavi Bulut baskısı oldukça güzel ve kaliteli bir baskı, yazarın çizimlerini de içermekte.

Kitabı üç ana bölüm olarak düşünebiliriz:

Birinci bölüm: Anlatıcımız olan pilotun uçağındaki arıza nedeniyle çölde mahsur kalması (Bu arada belirtmeliyim ki yazarın kendi yaşamında da başına gelmiş bir olaydır bu.) ve bu esnada karşısına çıkan Küçük Prens ile tanışması ve aralarında oluşan tuhaf ama sevimli diyalog.

İkinci bölüm: Kitabın baskın bölümüdür. Anlatıcımızın Küçük Prens'in Dünya'ya geliş öyküsünü öğrenmesi (kendisine sorulan sorulara cevap vermeyip sürekli ve ısrarla kendi merak ettiklerini soran Küçük Prens'e rağmen). 

Üçüncü bölüm: Küçük Prens'in öğrendiği şeyler ve edindiği tecrübe sonucu aldığı gezegenine dönüş kararı. Ve elbette bu kararın uygulanışıyla gelen kaçınılmaz hüzün. Hem anlatıcının hem okurun kalbine işleyen.

Şeker Portakalı ise; Jose Mauro de Vasconcelos'un 1968 yılında yayımladığı, haşarılığıyla ailesi dahil etrafındaki herkesi bezdirmiş, adı çıkmış dokuza inmez sekize Zeze'nin hikayesidir. Zeze; tüm yaramazlıklarını kendine bile "kulağına fısıldayan şeytan"la açıklayan, haşarılığının gölgesinde kalmasa aslında çok duyarlı, küçücük bedeniyle tezat oluşturacak denli büyük bir akla ve kalbe sahip bir çocuk. Bunu görüp de onu seven birkaç kişi var yalnızca: Yediği dayaklardan onu korumaya çalışan ablası Gloria, bitmeyen sorularına verdiği cevaplarla ona pek çok şey öğreten Edmundo dayı, okuldaki uslu ve çalışkan haline bakıp dışardaki canavarlığına Zeze kendisi anlatsa bile inandıramadığı öğretmeni ve çok iyi bir başlangıca sahip olmayan ilişkilerinin bir anda Zeze'yi de şaşırtarak değiştiği, nerdeyse masala dönüştüğü Portekizli, nam-ı diğer Portuga... Bir de elbette Şeker Portakalı fidanı. Zeze'nin hem sırdaşı, hem akıl hocası, hem atıldığı maceralardaki yol arkadaşı.

Yoksullukla baş etmeye çalışan bir ailenin başa çıkılamayan, dolayısıyla çok da sevilmeyen çocuğu olmak... İçinde taşıdığı ışığı düşününce Zeze'nin kaderi bu olmamalıydı diyor insan. Belki Portuga bu kaderi değiştirebilirdi. Zeze de aynı şeyi düşünüyordu aslında, amacı ailesinin omuzlarındaki yükü hafifletmek olsa da. Fakat neden ve nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde her şey havada asılı kaldı, "Ne olacak şimdi?" derken sayfayı çevirdik ve kitap bitti. Hal böyle olunca, Şeker Portakalı'nın devamı olan "Güneşi Uyandıralım" ve "Delifişekkitaplarını da alıp okumak farz oldu :)

Kitapta dikkatimizi çeken şeylerden biri; Zeze'nin bazı kardeşlerinin isimlerinin yazarın kendi kardeşlerinin isimleriyle aynı olması. Ayrıca yazarın çocukluğundaki olayların ve mekanların, Zeze'ninkiyle esinlenmenin ötesinde benzerlikler taşıdığını da biliyoruz. Dolayısıyla aslında biz Jose Mauro de Vasconcelos'un çocukluğunu okuyoruz. Zaten yazdıklarımızın tamamen kurmaca olduğunu iddia etsek bile, bunların bir şekilde kendi hayatımıza, geçmişimize, geleceğe dair hayallerimize, duygularımıza, düşüncelerimize, hülasa bize değmeden geçip gitmesi mümkün mü? Görünen o ki mümkün değil.

Çise'nin Küçük Prens'in yayımlanmamış bölümlerinden okuduğu pasajlarla ve hediye ettiği Küçük Prens kolyelerimizle şenlenen buluşmamızda Şeker Portakalı'na ortak puanımız 8.5 iken Küçük Prens'e puanımız 9.5 oldu. Puanlama kısmı çok çetin pazarlıklara sahne oldu yine... Zaten Çise'yi tutmasak Küçük Prens'e 10 değil 100 puan vereceğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek :)


2 Kasım 2014 Pazar

Cafe Botanica Paris

Bazen bazı yerleri çok duyar, gitmeyi çok önceden planlar bir türlü gidemezsiniz. Bazen bir yer arar ama bulamayıp daha güzelini keşfedersiniz. Bazen de tiyatroya gitmek üzereyken şöyle güzelce, sakin, minicik ama şahane ayrıntıları ile mutlu edecek bir yer dilersiniz ve gerçek olur :) Cafe Paris Botanica işte böyle bir yer.  Öğrendiğimize göre beş ayrı işletmeden-en bilineni Billur Sokak Cafe Botanica- Paris Caddesinde bulunanı. Hava güzel olduğunda bahçesi çok keyifli. Yol üzeri bir cafe için inanılmaz yeşil ve sakin. Körili tavuğu ve makarnaları ise çok ama çok lezzetli. Ama bunların yanında şahane bir dekorasyonu var: Eski saatler, televizyon ve radyolar, ahşap tenis raketleri, kayak takımı, istasyon saati (bu konudadaha sonraları paylaşacağım özel bir teorim var), pöti kareli masa örtüleri, dantel servisleri, eskitilmiş peçtelikler, dantelli ekmeklik, çiçekli el arabası ve daha inceleyemediğim/yazmadığım yüzlerce parça... Sizi çekecek bir şeyler mutlaka bulunmakta. Fikir vermesi amacıyla birkaç fotoğraf da ekliyorum. Fazlası size kalmış. Afiyet olsun!