7 Aralık 2014 Pazar

Küçük Prens - Antoine de Saint-Exupery / Şeker Portakalı - Jose Mauro de Vasconcelos

Bize Özel Kitap Kulubü'müzün "Çocukluğumuzun Kitapları" konseptinin ilk iki kitabını bu yazıda değerlendirmiştik. Şimdi sıra diğer iki kitapta. Hem artık yeni bir üyesi var kulübümüzün. Sevgili Sevcan Küçük Prens ve Şeker Portakalı'nı okuyarak aramıza katılmakla kalmadı, bir sonraki kulüp kitabımızın da belirleyicisi oldu. Hoşgeldin Sevcan, ne iyi ettin de geldin! :)


İlk yazıda da belirttiğim gibi, Küçük Prens'e aşk duymak ayrı bir meziyettir bana göre. Hayatımda böyle narin, böyle saf, böyle sevimli, böyle sevilesi bir karakter daha görmedim ben. Kitabın yazıldığı zamanın (yıl: 1943) koşullarını düşününce böyle bir içsel zenginlik ve evrensellik görüsüne de rastlamadım. B612 gezegeninden gelen küçücük bir adam var karşımızda ve bu küçücük adam "başka türlü bir şey" arıyor. Bulabiliyor mu derseniz o sizin algınıza bağlı açıkçası...

Aslında pilot olan Antoine de Saint-Exupéry, dünyaya nam salan bu öyküyü kaleme almakla yetinmeyip Küçük Prens'e çizimleriyle de hayat vermiş, hatta Küçük Prens'i tüm hayatı boyunca yaşamış ve yaşatmış. Çise'nin buluşmamıza da bir kısmını getirdiği koleksiyonunda farklı dillerde pek çok Küçük Prens baskısı mevcut. Fakat "Ben bir Çise değilim, olamam!" deyip siz de ben ve Sevcan gibi Türkçe okumayı tercih edecekseniz Türkiye'de bulacağınız baskı 1988'den beri kitabın telif haklarına sahip Mavi Bulut Yayınları'nın baskısı olacaktır. Ama endişeye mahal yok, Mavi Bulut baskısı oldukça güzel ve kaliteli bir baskı, yazarın çizimlerini de içermekte.

Kitabı üç ana bölüm olarak düşünebiliriz:

Birinci bölüm: Anlatıcımız olan pilotun uçağındaki arıza nedeniyle çölde mahsur kalması (Bu arada belirtmeliyim ki yazarın kendi yaşamında da başına gelmiş bir olaydır bu.) ve bu esnada karşısına çıkan Küçük Prens ile tanışması ve aralarında oluşan tuhaf ama sevimli diyalog.

İkinci bölüm: Kitabın baskın bölümüdür. Anlatıcımızın Küçük Prens'in Dünya'ya geliş öyküsünü öğrenmesi (kendisine sorulan sorulara cevap vermeyip sürekli ve ısrarla kendi merak ettiklerini soran Küçük Prens'e rağmen). 

Üçüncü bölüm: Küçük Prens'in öğrendiği şeyler ve edindiği tecrübe sonucu aldığı gezegenine dönüş kararı. Ve elbette bu kararın uygulanışıyla gelen kaçınılmaz hüzün. Hem anlatıcının hem okurun kalbine işleyen.

Şeker Portakalı ise; Jose Mauro de Vasconcelos'un 1968 yılında yayımladığı, haşarılığıyla ailesi dahil etrafındaki herkesi bezdirmiş, adı çıkmış dokuza inmez sekize Zeze'nin hikayesidir. Zeze; tüm yaramazlıklarını kendine bile "kulağına fısıldayan şeytan"la açıklayan, haşarılığının gölgesinde kalmasa aslında çok duyarlı, küçücük bedeniyle tezat oluşturacak denli büyük bir akla ve kalbe sahip bir çocuk. Bunu görüp de onu seven birkaç kişi var yalnızca: Yediği dayaklardan onu korumaya çalışan ablası Gloria, bitmeyen sorularına verdiği cevaplarla ona pek çok şey öğreten Edmundo dayı, okuldaki uslu ve çalışkan haline bakıp dışardaki canavarlığına Zeze kendisi anlatsa bile inandıramadığı öğretmeni ve çok iyi bir başlangıca sahip olmayan ilişkilerinin bir anda Zeze'yi de şaşırtarak değiştiği, nerdeyse masala dönüştüğü Portekizli, nam-ı diğer Portuga... Bir de elbette Şeker Portakalı fidanı. Zeze'nin hem sırdaşı, hem akıl hocası, hem atıldığı maceralardaki yol arkadaşı.

Yoksullukla baş etmeye çalışan bir ailenin başa çıkılamayan, dolayısıyla çok da sevilmeyen çocuğu olmak... İçinde taşıdığı ışığı düşününce Zeze'nin kaderi bu olmamalıydı diyor insan. Belki Portuga bu kaderi değiştirebilirdi. Zeze de aynı şeyi düşünüyordu aslında, amacı ailesinin omuzlarındaki yükü hafifletmek olsa da. Fakat neden ve nasıl olduğunu anlayamadığımız bir şekilde her şey havada asılı kaldı, "Ne olacak şimdi?" derken sayfayı çevirdik ve kitap bitti. Hal böyle olunca, Şeker Portakalı'nın devamı olan "Güneşi Uyandıralım" ve "Delifişekkitaplarını da alıp okumak farz oldu :)

Kitapta dikkatimizi çeken şeylerden biri; Zeze'nin bazı kardeşlerinin isimlerinin yazarın kendi kardeşlerinin isimleriyle aynı olması. Ayrıca yazarın çocukluğundaki olayların ve mekanların, Zeze'ninkiyle esinlenmenin ötesinde benzerlikler taşıdığını da biliyoruz. Dolayısıyla aslında biz Jose Mauro de Vasconcelos'un çocukluğunu okuyoruz. Zaten yazdıklarımızın tamamen kurmaca olduğunu iddia etsek bile, bunların bir şekilde kendi hayatımıza, geçmişimize, geleceğe dair hayallerimize, duygularımıza, düşüncelerimize, hülasa bize değmeden geçip gitmesi mümkün mü? Görünen o ki mümkün değil.

Çise'nin Küçük Prens'in yayımlanmamış bölümlerinden okuduğu pasajlarla ve hediye ettiği Küçük Prens kolyelerimizle şenlenen buluşmamızda Şeker Portakalı'na ortak puanımız 8.5 iken Küçük Prens'e puanımız 9.5 oldu. Puanlama kısmı çok çetin pazarlıklara sahne oldu yine... Zaten Çise'yi tutmasak Küçük Prens'e 10 değil 100 puan vereceğini tahmin etmek çok zor olmasa gerek :)


2 Kasım 2014 Pazar

Cafe Botanica Paris

Bazen bazı yerleri çok duyar, gitmeyi çok önceden planlar bir türlü gidemezsiniz. Bazen bir yer arar ama bulamayıp daha güzelini keşfedersiniz. Bazen de tiyatroya gitmek üzereyken şöyle güzelce, sakin, minicik ama şahane ayrıntıları ile mutlu edecek bir yer dilersiniz ve gerçek olur :) Cafe Paris Botanica işte böyle bir yer.  Öğrendiğimize göre beş ayrı işletmeden-en bilineni Billur Sokak Cafe Botanica- Paris Caddesinde bulunanı. Hava güzel olduğunda bahçesi çok keyifli. Yol üzeri bir cafe için inanılmaz yeşil ve sakin. Körili tavuğu ve makarnaları ise çok ama çok lezzetli. Ama bunların yanında şahane bir dekorasyonu var: Eski saatler, televizyon ve radyolar, ahşap tenis raketleri, kayak takımı, istasyon saati (bu konudadaha sonraları paylaşacağım özel bir teorim var), pöti kareli masa örtüleri, dantel servisleri, eskitilmiş peçtelikler, dantelli ekmeklik, çiçekli el arabası ve daha inceleyemediğim/yazmadığım yüzlerce parça... Sizi çekecek bir şeyler mutlaka bulunmakta. Fikir vermesi amacıyla birkaç fotoğraf da ekliyorum. Fazlası size kalmış. Afiyet olsun!







1 Kasım 2014 Cumartesi

Küçük Kara Balık - Samed Behrengi / Martı Jonathan Livingston - Richard Bach

Küçük Prens'e aşk duymak ayrı bir meziyettir. Bu meziyete sahip neyse ki epey insan var. Çise de bu insanların feriştahlarından olsa gerek. Koleksiyonunda Küçük Prens'in farklı dillerde yayımlanmış, resimli resimsiz pek çok baskısı var. Her birini de defalarca okumuş maşallah. Bir gün laf Küçük Prens'ten açılınca "Bir sonraki kulüp kitabımız Küçük Prens mi olsa?" dedik ve elbette oldu. Bizim her dediğimiz anca Bize Özel Kitap Kulübü'nde oluyor zaten :)

Küçük Prens'i tek başına boynu bükük bırakmamak için "Çocukluğumuzun kitapları konsepti mi yapsak?" dedik ve elbette bu da oldu. Küçük Prens, Küçük Kara Balık ve Şeker Portakalı'nda karar kıldıktan sonra Çise yine dayanamayıp "Martı'yı da mı eklesek?" dedi, Martı'yı bilmiyordum açıkçası, "Bu da benim ayıbım olsun" diyerek Martı'yı da ekledim konsepte.

Aslında okumasında bir şey yoktu bu kitapların, hızlıca okunurdu ama hem benim hiç bilmediğim Martı'yı ve seneler önce kimbilir nerde bıraktığım Şeker Portakalı'nın yeni bir baskısını sipariş etmem gerektiği için, hem araya yaz tatili girdiği ve ben tatilde elbette başka kitaplar okuduğum için arayı yine açtık. Ama bu kitaplar, hele ki Küçük Prens itina ister şimdi biraz, ona göre davranmak lazım değil mi? :)

Hem kitapları itinayla okumak yetmez, itinayla buluşup itinayla değerlendirmek de gerekir. Bize Özel Kitap Kulübü'nün "Çocukluğumuzun Kitapları" konseptli bu aktivitesi için ideal ortam koşullarını oluşturmak adına dört kitabı iki seansta ele almaya karar verdik ve ilk seansta Küçük Kara Balık ile Martı'yı konuştuk.

Küçük Kara Balık, kısacık yaşamının sona eriş biçimi beni çok hüzünlendiren İranlı yazar Samed Behrengi'nin en bilinen eseri. Küçük Kara Balık ve Bir Şeftali Bin Şeftali gibi bilinenlerin yanında, başka birçok masal derlemesi ve çocuk öyküsü bulunuyor Samed Behrengi'nin; fakat hepimiz biliyoruz ki bunlar çocuklara yönelik anlatıların ötesinde. Zaten Küçük Kara Balık da hepimizin çocukluğunda edindiği yeri biz büyürken de koruyan ve aklımıza her düştüğünde ya da konusu her açıldığında buruk bir gülümsemeyle yad ettiğimiz, zamanı gelince kendi çocuklarımızın yaşamlarına da dahil olup onlar büyürken onlara da eşlik etmesini istediğimiz bir öykü değil midir?

İçine doğduğu dünyanın dışında olup bitenleri öğrenmek isteyen, sırf bu istek yüzünden çevresinden gördüğü tepki, baskı ve önyargılara rağmen merakı ve cesaretiyle bir keşif yolculuğuna çıkan küçük kara balığın öyküsü mutlu sonla bitmese de, öyküyü okuyanlara verdiği ilham tartışılmaz. Tıpkı küçük kara balığın öyküsünü ninesinden dinleyen kırmızı balığın gözüne uyku girmediği gibi.

Martı Jonathan Livingston, ya da kısaca Martı; kendi sınırlarını aşmaya, tabuları yıkarak yeni şeyler denemeye ve daha iyiyi başarmaya sevdalı bir kuşun öyküsü. Bu uğurda sürüsünden kovularak tek başına kalsa da, zamanla, ondan cesaret alarak onun yanında saf tutan öğrenci martılarıyla yoluna devam eder Jonathan. Zamanla öğrencileri arasından, elbette Jonathan'ın teşvikiyle, öğretmenler yetişir ve bir müddet sonra, Jonathan istemese de, hocaların hocası olmanın da ötesine geçerek diğer martıların gözünde kutsallaşır. Kendi yolundan giden martılar tarafından "Yüce Martı'nın Oğlu" olarak isimlendirildiği kadar, en başından beri onu şeytanlıkla itham edenler de çoktur elbette. Sonuçta o, kendilerine ezberletilmiş kalıpların dışına çıkmayı akıllarına bile getirmeyen uslu martıların yüz karasıdır.

Birbiriyle uyumlu mevzularda fikir aşılayan bu iki kitaba ortak puanımız 7.25, puanın düşüklüğünün nedeni ise tamamen Çise :) O kadar cimrileşti ki ondalık hanede dördüncü basamağa kadar pazarlık yaptı benle ama işin suyunu çıkarmamak adına ikinci hanede bırakarak anons ediyorum notu :) İşin şakası bir yana, Martı beni biraz hayalkırıklığına uğrattı. Çocuk kitabı deyip geçmemeli, böyle güzel bir konu daha derinlemesine işlense çok daha etkileyici olurdu; şu haliyle Martı'nın biraz yüzeysel kaldığını düşünüyorum. Ayrıca kitabın içinde bulunan martı uçuş figürlerine ait fotoğrafların çok daha iyi bir baskıyla okura ulaşmış olmasını dilerdim. Çise'nin değerlendirmesi ise evlere şenlik ve aslında notunun kıtlığını açıklar nitelikte: "Ya ben bu kitabı daha önce okuduğumda sevmiştim, ama şimdi tekrar okuyunca sevmedim!" Niye böyle oldu ki acaba? :)

12 Ekim 2014 Pazar

Tol - Murat Uyurkulak

Kitaplığınızda okunmak için uslu uslu sırasını bekleyen kitaplara ve aklınızdaki muhtemel okuma listesine rağmen, bir anda görüp alıp okumaya başladığınız kitaplar vardır ya; bize özel kitap kulübümüzün bu kategoriye giren ilk kitabı, yani ilk bodoslama kitabımız Murat Uyurkulak'tan Tol oldu. Murat Uyurkulak, Gezi sonrası yolunu ayırmış olsa da Afili Filintalar ekibinin tarzını yansıtan bir isim. Fikir ayrılığına düşmüş olsalar da edebi açıdan ismini Emrah Serbes, Murat Menteş, Alper Canıgüz, Hakan Bıçakçı gibi isimlerle birlikte anmak yanlış olmaz sanırım.

Tol intikam demek. Bu kitap da bir intikam romanı. "Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi." diyerek başlayan bir intikamın romanı. İntikama zikzaklar çizen kurgunun içinde azar azar verilen dozla tanık olsak da, bu intikama neyin sebep olduğunu etraflıca öğreniyoruz. Başlarda insanı silkip atan; sonlara doğru daha olay odaklı giden, haliyle hızlanan fakat başlangıçtaki insanı düğüm düğüm eden o kalenderliği aratan bir anlatımla... Çise daha genç fakat kendine 30 yaş bunalımı teşhisi koymasına çok bir şey kalmamış bendenizi daha ikinci sayfada mıhlayan bir paragraf mesela:

"Dünyada varoluşumun bu kadar sorunlu olacağını hiç tahmin etmezdim. Yirmi yaşında, kalıbı, rotası, adı gayet belli bir hayata yazılıydım. Otuz yaşına geldiğimdeyse, bin kapıdan kışlanmış bir tavuk kadar şaşkındım. Ne bir rotam, ne kalıbım, ne de adım kalmıştı artık. Bildiğim, öğrendiğim hiçbir şeyden emin değildim. Ağzımı araladığımda, dudaklarım yuvarlaklaşıp bir balık misali ağır ağır açılıp kapanıyor, beynimde cümle fikrimi felç eden sıcak, koyu sıvılar dolaşıyordu. Oysa yaşlandıkça, en azından birkaç şeyden emin olması gerekmez miydi insanın?"


Tüm kitap boyunca böyle sağlam cümleler, paragraflar arasında ilerlemeyi umut ederken hikaye birden çoğalmaya, iç içe girmeye, zikzaklar çizmeye başlıyor. Öyle ki bazen ipin ucu kaçacak gibi oluyor, bazen tek bir kelimeyle her şey tekrar bir araya toplanıyor. Çise'nin de bu konudaki serzenişi üzerine kendime görev bildim ve kitabın analitik resmini aşağıdaki gibi çizdim :)




Çise kitabı sevmediğini oldukça net şekilde ifade etti, ben ondan bir tık daha olumlu noktadayım ama sadece bir tık, daha fazlası değil. Bunun sebebinin de kitaptaki karakterlerin ne kendi hayatımda ne de okumayı tercih ettiğim kitaplarda rastladıklarımdan olmaması, bana hayatlarını "Vakit:1 - Tavuk:0" ya da "Hayat:5 - Balık:0" diye tanımlayabilen insanları daha onların tarafından görmemi sağlaması olduğunu düşünüyorum. Fakat Çise'yle bariz ortak bir fikrimiz var ki, burdan tüm doğum günü hediyecilerine de selam ederiz: "Benim yıllarımı paketlemeyin ulaan, bırakın dağınık kalsın!"*


* Tüm italik bölümler kitaptan alıntıdır.

Martin Eden - Jack London

Çise'yle kitap kulübü faaliyetlerimize devam ediyoruz. Bu seferki kitabımız Çise'nin seçimi: Jack London'dan Martin Eden. Çise bu kitabı kitap kulübü fikrinde mutabık olduğumuz ilk anlarda seçmişti zaten, ama bu kitap için en iyi çeviriyi bulmamız gerekiyordu, bu da zaman istiyordu. Yaptığımız araştırmalar sonunda İletişim Yayınları'nın Martin Eden baskısında karar kıldık ve mutluyuz ki pişman olmadık. (Daha önce de bahsettiğim üzere orijinal dili Türkçe olmayan eserlerde çeviri çok önemli bir faktör ve özellikle klasikler çeviri katliamına en maruz kalan eserler.)

Martin Eden; otobiyografik öğeler barındıran bir Jack London romanı. Roman, yazar olmak için inanılmaz bir azim gösteren genç bir denizcinin, anlatımda ruhsal ve zihinsel yönü ağır basan serüvenini içeriyor. Yoksul işçi kesiminin bir üyesi olan Martin; okumak ve güzelliklere gark olmak konusunda aşırı heveslidir. Bir kavgadan çekip kurtardığı genç adam sayesinde tanıştığı genç kız ve aristokrat kesim, Martin'in heveslerinin tutkuya ve çılgınca bir çalışma azmine dönüşmesine neden olur. Başlarda okumak ve kültür sahibi bir insan olmak için çırpınırken zamanla yazmaktan başka bir düşüncesi kalmaz. Öyle ki yeri gelir aç kalır ama para kazanmak için bir işe girmesi söz konusu bile edilemez; çünkü böyle bir şey yazma eyleminden çalacağı zaman ve çaba demektir. Aynı şekilde uyumak bile Martin için bir külfettir; -dört saatlik bile olsa- uyku, 24 saatin tamamını yazmaya ayırmasına engeldir. Böyle bir bakış açısıyla ve çevresindeki (hem işçi kesiminden hem de aristokrat kesimden) insanlara göre hastalıklı bir motivasyonla çabalayan Martin, oldukça sancılı ve insanın iflahını kesen bir sürecin sonunda başarıyı yakalar. Fakat artık bu başarı ne kadar anlamlıdır Martin için? Zira köprünün altından çok sular akmıştır. Başarının beraberinde getirdiği şeyler artık Martin'e çok yavan gelmektedir.

Yaptığımız değerlendirme sonunda kitabı sevdiğimize karar verdik :) Böyle söylüyorum çünkü ben okuma sürecinde bir yerden sonra sürekli söylenme halindeydim ve sonunda bir yerde (Martin'in girdiği çaresizlik döngülerinden birinde) isyan bayrağını açtım. Martin'i yazma tutkusunda ikimiz de anlayabiliyorduk fakat Çise Martin'e benden daha fazla sevgiyle yaklaştı açıkçası. Bu sayede beni sakinleştirip kitabı bitirmem için epey destek sağladı. Bitirince daha iyi anladım ki isyanımın romana değil de ana karaktere olması, aslında romanın gerçekçilik konusunda ne kadar başarılı olduğunun göstergesi. Yüz yıl önce düşünülmüş bir kurgudan bahsetmekte olduğumuzun da bir kez daha altını çizmek isterim bu noktada. Ayrıca bu vesileyle görüyorsunuz ki roman kahramanlarıyla bile kavga edebilirim :)


Martin Eden olsun, diğer eserleri olsun (Vahşetin Çağrısı ve Beyaz Diş en bilinenleri), mutlaka bir Jack London romanı okumanızı tavsiye ediyor; resmen pazarlık yaparak kitaba verdiğimiz notla yazımı bitiriyorum: 10 üzerinden 8.25 :)

Peri Gazozu - Ercan Kesal

Tüm nemrutluğuma rağmen büyük bir inat ve ısrarla yanımda olmaya devam eden insanlar var. İnsanı yüklerinden arındırıp hafifleten hatta şımartan türden, pek güzel insanlar bunlar. İşte bunlardan biriyle, sevgili Çise'yle daha da şımaralım istedik ve kendimize "bize özel" bir kitap kulübü kurduk. Fikir klasik olsa da bizim durumumuza göre çok mantıklı bir noktadan hareketle yürürlüğe konduğu için, hele bir de büyük bir heyecan ve istek bu harekete eşlik ettiği için, iş gayet ciddi. "Bizim durumumuza göre" kısmına biraz açıklık getirmek istiyorum öncelikle. Çise de ben de edebiyatı, tiyatroyu, sinemayı, velhasıl ucundan kıyısından bulaşabildiğimiz türlü sanat dalını hayatımızın en büyük anlamlarından addediyoruz. Okumadan ve yazmadan zaten duramıyoruz. Ne zaman bir araya gelsek, hiç şaşmadan kendimizi kitaplar, filmler, oyunlar, performanslar, konserlerle dolu kocaman bir sohbetin içinde buluyoruz. Konuşmaktan ve gülmekten çenemiz yoruluyor. Hal böyle olunca, birlikte kitap okumak, kitaptan yola çıkıp hayattan konuşmak (bunda inanın hiç zorlanmıyoruz zaten), birbirimize yeni şeyler öğretmek (Çise bu konuda kesinlikle daha başarılı) karşı konulamaz derecede mantıklı ve heyecan verici bir fikir oluverdi.

İlk kitabımızı okuduk ve değerlendirme buluşmamızı da gerçekleştirdik bile. Bu yazı da bunun üzerine yazılıyor zaten Çise'nin de izniyle. İlk kitap benim seçimim oldu: Ercan Kesal'dan Peri Gazozu. Normalde dikkatimi çekecek türden bir kitap değildi ama takip ettiğim edebiyat çevrelerinde samimi dili ve naif öyküleriyle büyük beğeni topladığı için ben de bir şans verebileceğimi düşündüm. Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminde tanıştığım ve aslında 25 yıllık bir tıp doktorluğu geçmişinin ardından sinemada boy göstermeye (hatta yıldızlaşmaya) başlayan Ercan Kesal; çocukluğu, annesi ve babasıyla ilişkisi, doktor olarak hizmet verdiği Anadolu'da karşılaştığı insanlar, hayatlar ve olaylar çerçevesinde bir anı-kitap olarak hazırlamış Peri Gazozu'nu. Hatta Çise'nin fark ettiği üzere, yazar bazı bölümleri önceki gazete yazılarından derleyerek kitaba dahil etmiş. Her bölümde belli bir başlık/konu altında bir araya getirdiği anekdotlarla oluşturmuş kitabını. Bu anekdotlar ki, kimisi bir oğlan çocuğunun belleğinden dökülen naif birer anı, kimisi bir hekimin gittiği ölüm tespitinde öğrendiği (bu toprakların hala kanayan yarası olmaya devam eden, edebilen) acı birer hikaye ya da gördüğü yanlışları dile getirmekten çekinmeyen ve kim olursa olsun "artık insan olmaya" davet eden bir aydının telkinleri. Kitabın hatırata dayalı içeriğinde kurgu desteği olabileceğini de düşündüğümüzü söylemeden geçmeyelim ama yine de biz "bize özel kitap kulübü"nün iki üyesi olarak, Peri Gazozu'nun bir nebze insan olabilenin içine işleyecek şeyler barındıran bir kitap olduğunu düşünüyoruz sevgili okur.

Kitapta beğendiğimiz cümleler, üzerine konuşmak istediğimiz bölümler, laf lafı açarken kendimizi içinde bulduğumuz meseleler derken akşamı ettik. Kulübümüzün ilk kitabının bizde bıraktığı tortulardan ve Ercal Kesal'ı tanımış olmaktan memnun şekilde evlerimize dağılırken, notumuzu da verdik: 10 üzerinden 7 :)